HER EVİN BİR ÖYKÜSÜ VAR

 
Çocukluğumda bizim mahalle
Kanal Boyu. Sağ köşedeki mavi ev.
Pencereden gördüklerimize tanık
oluruz. Ya görmediklerimiz?
Fotoğraflar için buraya tıklayınız
Bu bir Malatya- Tahtalı Minare
Barutçu / Aydınoğlu hikayesidir. 

HAYDARPAŞA GARI
BU YIL BEŞİNCİSİNİ
DÜZENLİYORUZ. 
13 KASIM 2023 PAZARTESİ
SAAT 12:00 -14:00 ARASI

Bir ‎5 kişi ve ‎şunu diyen bir yazı '‎V. HAYDAR PAŞA GARI Okuma Etkinliği هااله Haydarpaşa Garı İskelesi 13.11.2023 12:00-14:00 numanaydinoglu.com haydarpasagari13kasim numanaydinoglu@gmail.com Okusalardı yapmazlardı... Aydınoglu‎'‎‎ görseli olabilir

13 Kasım 2023 Pazartesi gününü takviminize yazdınız mı?
Her şey o gün başladı aslında. 13 Kasım 1918. Mustafa Kemal Atatürk Haydarpaşa garına ulaşmış, oradan kendisini almaya gelen Kartal İstimbotu'na binmek üzere merdivenlere yönelmişti ki,  yaveri Cevat Abbas yanına gelip bir süre beklemeleri gerektiğini söyledi. Mustafa Kemal tahmin ettiği şeylerin gerçekleşmiş olduğunu anladı. Başını kaldırıp Marmara'dan Boğazın girişine baktı. Üç yıl önce Çanakkale boğazında mağlup edip evlerine gönderdiği İngiliz ve Yunan orduları İstanbul'u işgal etmek üzere nispet yaparcasına boğaza giriş yapıyorlardı. Korkulan olmuştu.
Bekleme süresi dolmuş, İşgal kuvvetleri Haliç girişinden Dolmabahçe önlerine kadar giderek yerlerini almış, Saraya tehditler savuracak şekilde demir atmişlardı.
Mustafa Kemal kararını vermişti. Cevat Abbas'a işaret ederek Kartal İstimboltuna bindiler. Cevat Abbas çok üzgündü. Paşa ise kararlı.  İstimbot boğazın sularını yarıp işgal donanmalarının arasından geçerken yaverine şöyle dedi.
"TASALANMA ÇOCUK, GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER"
VE DEDİĞİNİ YAPTI. 
KASIM AYI CUMHURİYET TARİHİ İÇİN ÇOK ÖNEMLİ OLAYLARA EVSAHİPLİĞİ YAPTI.
29 Ekim'de Cumhuriyet ilan edildi.  Bağımsız bir devlet olmanın temeli atılarak ümmetlikten vatandaşlığa geçildi. 1 Kasım tarihinde önce Saltanat kaldırıldı altı yıl sonra da harf devrimi yapıldı.
Biz her yıl 13 Kasım'da Haydarpaşa garı önünde 12:00- 14:00 arasında kitap okuyarak Cumhuriyetimize damga vuran bu özel yere saygı sunmak istiyoruz ve diyoruz ki OKUSALARADI YAPMAZLARDI.
Daha fazla bilgi için lütfen sitenin konuyla ilgili bölümünü ziyaret ediniz.
Numan Aydınoğlu

ETKİNLİK FOTOĞRAFLARI İÇİN
RESME TIKLAYINIZ.
HER YIL 13 KASIM'DA 
SAAT 12:00 DA BEKLİYORUZ.
OKUSALARDI YAPMAZLARDI.
Özel ve Güzel

GÜNÜN MESAJI

 En Anlamlı Söz

Karıncaya sormuşlar :
''Nereye gidiyorsun?''
''dostuma'' demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca : ''olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş... 

AYDINOĞLU SOYAĞACI

 Aile Soyağacımız


Hayatın Güldüren Yüzü
Sadık Şendil
SOMA

 

 

Bu gün 17 Mayıs 2014, Tarihe not düşmek için yazıyorum bunları.  Sabah uyandığımda içimdeki sıkıntıyı artık taşıyamayacağımı anladım. Saat 6.30 ve günlerden Cumartesi idi,   dayanamadım ve yola çıktım.   Ben İstanbul’da duramıyordum ve Soma’da olmalıydım. O insanlar canlarının mezarı başında ağıt yakarken, İstanbul’da olmak bana ağır geldi. Taşıyamadım İstanbul’u.  Yola çıktım.  Hükümetin yapmakla övündüğü ama ne hikmetse; yapıldığı yıl yeniden bakıma alınan duble yolların verdiği kolay ulaşım nedeniyle  10 saati aşan bir sürede Soma’ya ulaştım.

İlk acıyla Kırkağaç’a yaklaşırken tanıştım. Gelenbe ’de Otostop yapan 77 yaşındaki amcayı aldım arabama. Emekli olma şansını yakalamış kısmetli bir amca. Canı yanmıştı. Eski bir madenci idi. Şimdi kavun ekiyormuş tarlalarına. Tarlaları dedimse madencilikle almamış Almanya’da çalışmış sonra. Ama buzluklar dolu dedi. Tam soracaktım “Geçen yılın ürünler mi “ diye ama dondum. Biliyordum buzluklarda neler olduğunu.  Gençliğini anlattı. Ama öyle bir laf etti ki; Günün ilk tokadını o anda yedim.  “ Kaza dediğin buranın kaderidir. Memleket birkaç gün ağlar. Siyasiler gelip ortada dolanırlar. Biz acılarımızla yaşarız. Evde ekmek bekleyen var. Aş bekleyen var. Kim alacak bunları.” .   

                Anlatılanlar bu günün değil, geçmişten bu güne gelen dönemi resmediyordu. Biz Doğu Anadolu’daki kan davalarını anlatan onlarca öykü, yüzlerce haber, bir o kadar da roman okurken, burada halk ile maden ocakları arasında bir kan davası yaşanıyordu. Yakınını bu kazalarda kaybeden halk, Dağ ile inatlaşıyor madene gidiyordu.  Dağa ve maden ocaklarına meydan okuyordu. Bedeli ise hayatı idi.

-          Tedbir!! Peki tedbir dediğim zaman,

 Aldığım cevap sadece nemli gözlerle yapılan bir bakıştı. Hayatımdaki gördüğüm en anlamlı ve onca yılın yaşanmışlığını anlatan bir bakış.

“Dağ, Maden bizim aldığımız tedbirlere kıs kıs gülüyor”  der gibiydi

Soma Kabristanı, şehrin girişinde idi, eğer Kırkağaç tarafından geliyorsanız tabi. Sanki bütün Manisa oradaydı. Ara ara İzmir ve İstanbul ya da Balıkesir plakalı araçlar da gördüm.     Mezarlık girişi tam bir lojistik desteği ile donanmıştı. Su,  Lokma Tatlısı, Peynirli ve Etli Pideler, ayran, meşrubat,  anlayacağınız, her şey dağıtılıyordu gelene. Gelenin öyle birkaç dakika kalma şansı yoktu burada. 

Kaza haberi alınır alınmaz,  ilk yapılan iş mezar kazmak olmuş gibiydi. İki sıra halinde dizilmiş onlarca mezar, kazılmış hazır halde sahibini beklemeye başlamıştı, ilk günüden itibaren. İnsanın aklına kurtarma çalışmalarından önce mezar kazmaya mı başlamış bunlar diye soru sormak geliyor ister istemez.  İktidarın dediği gibi başarı ile 24 saat içinde 274 cenaze çıkartılmış ve kimlik tespiti yapılanlar ailelerine teslim edilmişti. Somalı olanlar ise bu mezarlıkta defnedilerek uğurlanmışlardı.  Selviler arasında uzanan bir yoldan geçerek maden şehitliğine ulaşıyorsunuz ve iki tarafınızda sıra ile dizilmiş mezarlardan bir koridordasınız artık. Selvilerin yerini mezarlar almış. Başlarına gözyaşı döken yakınları ile birlikte. Uç vardiya denilen bir vardiya vardı demek ki maden işinde.  Görevi iç vardiyadakiler ile iletişim sağlamak dediler sorunca.  İlk mezarlar da uç vardiya da çalışanlar idi. Önce onların cesetleri bulunmuş,  kimlik tespitleri yapılarak defnedilmişlerdi. Nasıl bir patlama olmuş ise uç vardiyadakilerden kurtulan olmamış.

Defni gerçekleşmiş mezarlar; Çiçekler, mektuplar, takım formaları ve atkıları, su testileri ve adresine yeni ulaşmış ama hiçbir zaman alıcısının okuyamayacağı sevgi dolu mektuplar. Sevgi, acı, hasret, isyan her şeyi taşıyordu o satırlar.  Tabi eğer bir tanesini bile sonuna kadar okuyabilme duygusuzluğunuz varsa okunması serbest. Üç ya da dört deneme yaptım. Olmadı, kaldıramadım. Son okuma denememi yaparken,  siyah takım elbiseli kravatlı bir bey yaklaştı. Her halinden dikkat çekmek istediği belli idi.  Biraz önce, anı fotoğrafı çekerken dikkatimi çekmişti. Elimdeki mektuba baktı. Sonra eğildi mezardaki diğer mektubu okumaya çalıştı. Bir ilkokul öğrencisi yazmıştı Soma dışından gelen. Yazanı görünce mırıldandı aslında biraz da şaşırmış gibiydi “ Hale bak hiç tanımadığı bir adam için gelmiş,  bir de ona mektup yazmış dedi.  Sonra da bana baktı bir cevap ister gibiydi. Bende;  “Tanımadığım adamların acısını içimde duyumsadığım için geldim zaten. Siz tanır mıydınız? Zaten eğer tanımadıklarımızın acısını içimizde samimi olarak duyarsak sağlıklı bir toplum oluruz . Dedim. Benden aldığı cevap pek onu mutlu etmedi sanırım. Belki de diyaloğa girmek istemedi. Hızlı adımlarla benden uzaklaştı.

Gelin gibi süslenen mezarların başında ya bir ana,  ya bir gelin; elinde bir fotoğraf bağrına basıp acısını yaşıyordu.  Ben burada anaları ve gelinleri anlatırken, sanmayın ki erkekler üzülmüyor. Hayır, onların da canı yanmış ancak, onlar henüz acılarını yaşayacak durumda değiller. Yapacak çok işleri var. Arkadaşlarını, canlarını defnetmekle meşguller. Ben kabristanda iken bir cenaze yeni defnedilmiş, duası okunuyordu, İkindi namazını takiben Cenaze namazı kılındı, sanırım namazdan yaklaşık yirmi dakika geçmemişti ki mezarlık kapısında bir yığılma oldu. Yeni bir cenaze geldi ve herkes görev başına koştu.  Ve tabi gelirken yaşlı amcanın söylediği fotoğraf gerçekleşiyordu gözlerimde.

Son derece şık kıyafetlerle bir grup geldi bayan ve erkek. Mezar başında hatıra fotoğrafı çektirdiler ve gittiler.  

İnsanlar maalesef üç gruba ayrılmış durumda. Grup derken yanlış anlaşılmasın, ortada bölünme fala yok. Sadece olayları değerlendirme açısından.

Birinci grup:

Kaza madenciliğin fıtratında var. Yapacak bir şey yok. Şirketimiz son teknolojiyi kullanıyordu diyor. İşte onlarla yaptığım soru cevap görüşmesi:

Ben: Selam aleyküm Başınız sağ olsun.  Buralı mısınız?

Onlar: Aleyküm selam. Buralıyız amca.

-          Tanır mıydınız burada yatanları.

-          Evet, amca bizden önceki vardiyaydı bu arkadaşlar.

İçlerinden bir tanesi konuşmak için çok hevesli. Her soruma o cevap veriyor veya vermek istiyordu. Otuzlu yaşların başında idi. Gerçi diğer arkadaşları da aşağı yukarı aynı yaşta olmalıydılar. Esmer ve Osmanlı tarzı kenarları bükülmüş bir bıyığı ile kendinden emin ve bu işi bildiğini her hali ile karşısındakine hissettirmeye çalışıyordu.   Belli içi içine sığmıyor bir mesaj vermek istiyordu.  Benim sorularıma fırsat vermeden anlatmaya başladı.

Konuşması son derece düzgün. Aksansız bir Türkçe ile konuşuyor. Kelimeler arasında hiçbir bekleme yapmıyor ve (şey, ııı,  gibi) hiçbir asalak kelime kullanmıyordu. (Bu tarz bir konuşma; günümüzde birçok TV sunucusu, siyasilerin bile başarmadığı bir konuşma tarzıdır. Ya özel konuşma eğitimli olmalısınız, ya da repliğinizi çok iyi ezberlemiş olmalısınız).

-          Amca bak, Yalana hiç borcum yok, burada herkes her kafadan bir söz söylüyor. Şurada yatanı görüyor musun? ( Sıradaki ilk mezarı gösteriyor. Üzerinde bir atkı ve isim yazılı. SAİT ERTUĞ)  bizim uç vardiya amirimiz. Madendeki herkes onun için öl dese ölür. Öylesine delikanlı bir adam.  Eğer yaşasaydı şimdi tek suçlu o olacaktı. 

Başucunda annesi (muhtemelen) toprağına oturmuş, eline Yasin, için için okuyor. Yanında orta yaşın biraz altında bir genç o da elinde bir ayet o da okuyor. Bir ara, gözlüğü buğulandı herhalde camını silmek ihtiyacını duyumsadı. Gözlüğünü çıkardı camını sildi. Birileri soru sormasın diye başını hiç okuduğu kitapçıktan kaldırmadı. Gözlüğünü yeniden takıp okumaya devam etti.

Bu arada delikanlı aynı heyecanla devam ediyordu ki ben lafını kestim.

-          O zaman şimdi kimi suçlayacağız? Bu sadece bir kaza diye kapanacak mı?

Önce bir etrafına baktı. Sonra devam etti.

-          Amca bak, şirket en son teknolojiyi kullanıyordu. Biz bile şaşırdık. Nasıl olduğunu biz bile anlamadık. Trafo olayı tam bir palavra, yangının çıktığı yer ile trafo arasında çok mesafe var. Asıl mesele metan gazı. Her türlü tedbiri şirket son teknoloji ile almıştı biz bile anlamadık nasıl olduğunu.

-          Şirket son teknoloji olarak nasıl bir tedbir almıştı. Mesela; Yaşam odaları var mıydı? Veya kaza sırasında madeni nasıl boşaltacağınız konusunda ne tür tedbirler alınıyordu. Eğitim ve temiz hava nasıl geliyordu içeri?

Daha sorumu bitirmemiştim ki diğer arkadaşı söze girdi;

-          Ama abi Türkiye’de hiçbir maden de yaşam odası yok ki

-          İyi de bende tam onu soruyorum işte niye Türkiye’de yok da dünyanın her yerinde var. Almanya bizim misli misli fazlamız kömür üretiyor ama son elli yılda hiç böyle bir olay yaşamıyor.

-          Abi orası Almanya!! Diyor söze diğer arkadaşı dâhil oluyor

-          Ama Amca;  dedim ya şirket hep son teknoloji kullanılıyor o nedenle.  Demek ki şirket buna ihtiyaç duymamış.

-          Peki ya kaçma koridorları onlar neden yoktu?

-          Onu bilmiyorum amca. Belki de vardı biz bilmiyoruz.

-          Ama eğitim aldınız!

-          Evet valdık.

-          O halde eğer olsaydı eğitimde size söylemezler miydi?

-          Sessizlik!!

-          Ama ihtiyaç olduğu bu gün net ortada.   Eğer bir işletme sahibi sizi oraya bir işe gönderiyor ise, sizin için olabilecek her türlü sağlık risklerini ortadan kaldıracak tedbirler almakla yükümlü değil mi?. Ben üretimde son teknolojiyi kullandım. Gerek duymadım demek sizce yeterli bir savunma mıdır?  Sonra son teknolojiyi üretim için kullanan işletme, neden son teknolojisi koruma ve güvenlik için de sağlamıyor? Bunu sorgulamayacak mısınız? Ayrıca Devlet 140 dolara mal ederken patronunuz nasıl 28 veya 29 dolara mal ediyor. Bunun sırrı nedir?

Diğer arkadaşları geri çekildiler ama aynı genç aynı iştahla devam etti.

-          Amca şirketimiz bize bu güne kadar ne istediysek verdi. Biz devlet zamanından daha çok kazanıyoruz şimdi. Yani fazla çalış, fazla üret, fazla kazan ile çalışıyorduk. Üretim için kullandığımız makinalar çok seri ve son teknoloji. Çin’den geldi.

Yine son teknoloji olarak kullanılan şeylerin sadece üretim odaklı olduğunun altını çiziyor farkında olmadan.

-          Peki, bu kadar hızlı üretim;  boşalan alanlarda ani gaz sıkışmasına sebep olmaz mı?

-          Olmaz amca!! Dedi. 

Cevap o kadar seri ve kendinden emindi ki ben sorumdan utandım. (Kim bilir bu sorumun saçmalığı konusunda beni aydınlatacak bir uzman çıkar umarım bir gün)

-          Peki, benim bildiğim kadarı ile sadece üretimi artırmak maliyetleri düşürmez. Başka ne tedbirler alıyordu. Anladığım kadarı ile hem size daha fazla para ödüyor, hem de acayip teknoloji yatırımı yapmış. Nasıl oluyor?

Diğer genç cevap verdi;

-          Abi devlet zamanında bir işçinin üstünden yedi tane adam besleniyordu en az.

-          Yani o zaman özelleştirmek yerine o yedi adamın musluğunu kessen bu iş hallolur muydu? Peki, Başbakan geldiğinde işi bırakıp gittiğiniz bunun da size zorla yaptırıldığı söyleniyor ne dersiniz?

-          Sessizlik.

-          Başbakanı karşıladığınız konusu. Bir diğeri cevap verdi. Amca kimse bizi zorlamadı biz kendiliğimizden gittik.

-          Ya yevmiyeleriniz?

-          Ödendi amca

-          Peki bir vardiyada kaç işçi çalışıyordu?. İçerde kayıtsız adamlar olduğu da söyleniyor. Mesela Kaçak işçiler ya da fason çalıştıran aracı firmalar,  hala girilmeyen panolar olduğu söyleniyor.

Artık şirketini yeteri kadar savunduğunu düşünüyor herhalde ki başka konulara daha rahat değiniyor.

-          Yaklaşık 450 kişi çalışıyor bir vardiyada. Kaç kişi çıktı bilinmiyor. Kayıp insanlar olduğu bir gerçek. Zaten panolardan birine hiç girilemedi. O sırada orada kaç kişi vardı bilmiyoruz.

-          Yani panolara kaçar kişilik ekipler halinde giriliyor bilinmiyor mu? Bu konuda bir kontrol veya bir kayıt yok mu?

-          Sustu biraz ve devam etti. O panoda kaç kişi var ben bilmiyorum.

-          Peki, bu ölenlerin sayısı sizce ne kadar doğru?

-          Amca durumu sende görüyorsun. Herkes kendi ölüsünün derdinde. Ölenin kaç kişi olduğundan çok,  kendi canı ölmüş mü, onu bulmanın telaşında. Toplam sayıyı devlet ne derse kabul ediyorlar.

Haklıydı. Ölüsünü bulanlar ile kaybı olanlar arasında çok önemli bir fark vardı. Ölüsünü bulanların artık bir mezarı vardı ve başında dua okuyup ağlayacaklardı. Diğerleri yani yakınından haber alamayanlar, cesedini henüz bulamayanlar hala soğutma odalarında bir umut, beden arıyordu. Yakınının ölü bedenini arayan insanlar bir yandan bir yana koşarken, sıra,  sıra dizilmiş bedenler de birilerinin kendisini tanımasını ve son mekânına gönderilmesini bekliyordu.  Toplam kaç kişinin öldüğü onların umurunda değildi.

 En azından şimdilik.

 Kayıp var mıydı? Hem de çok!!

Yani kısaca hala yakınının cesedini bulamayanlar olduğu gibi , sahibini bekleyen cesetler hala soğutma tesislerinde.

-          Suriyeliler? Dedim.

-          Yok, amca buralarda Suriyeli hiç yok. O konu tam bir palavra (Bu konuyu daha sonra CHP  Soma ilçe başkanına da sordum o da doğruladı).  Birileri ortalığı karıştırmak için bunu söylemiş olabilir. Biz Soma da bile hiç Suriyeli ’ye rastlamadık madene nasıl gelsinler.

-          Peki ya kaçak işçi

-          Bilmiyorum amca!!

-          Tekrar başınız sağ olsun.  Son bir soru; tekrar madene girecek misiniz? Çalışacak mısınız? Güvenlik önemlerini sorgulamadan.

Cevapları o kadar net ve kendinden emin olarak verdiler ki şaşırdım. Sanki işverenleri bendim ve ben onlara çok ciddi paralar ve çok keyifli bir işi teklif etmişim gibiydiler.

-          Tabi ki amaca.

Konuşmamın başında söylemiştim bu konuştuklarım dört kişi idi ama nedense konuşmaya sadece üç kişi dâhil oluyordu. Dördüncü ile arada bir göz göze geliyorum o hemen başını çeviriyordu. Hiç konuşmaya dâhil olmadı. Fikrini beyan etmedi. Benim için ilginç bir tespit idi o ve başka birilerini bulmam gerektiğini söylüyordu sanki bana.

Mezarlıktan ayrılmaya karar verdim. Tam kabristandan çıkarken ana kapının önüne bir ambulans tarzında bir belediye arabası belirdi ve arkasından yeni bir ordu geldi. Yeni bir cenaze idi gelen. Herkes bir anda acısını ve o anda yaptığı işi bıraktı ve yeni gelen bu can için son görevini yapmaya koştu. Görev emri gibiydi sanki kapıdan giren araç.

Artık içim kaldırmıyordu maalesef. Bir acıya daha şahit olacak gücüm kalmamıştı. Yeni gelene gıyaben bir Fatiha okudum ve Arabama yöneldim. Kabristanın derinliklerinden okunan kuranın sesi yükselmeye başlamıştı.  Yaklaşık iki saattir kabristanda idim. Bir insan seli vardı. Acıları paylaşmaya gelen.

 Arabama doğru giderken bir genç çiftin park yeri aradığını gördüm. Çağırarak benim park yerimi kullanabileceklerini söyledim. Teşekkür ederek arabadan indi benim başörtülü kardeşim, eşi benim arabamı park ettiğim yerden çıkartmam için bir kenara park edip arabadan indi.  Karı koca arabamı görünce şaşırdılar. “İstanbul’dan mı geliyorsun Amca” dedi bana beş ya da altı yaşındaki kızını tutarken. “Evet kızım dayanamadım geldim dedim”. Arabama doğru yöneldim tam kapıyı açıyordum ki genç annenin cevabı beni daldığım duygu selinden uyandırdı.

-          Allah kabul etsin amca, ama biz daha ne kadar bu işleri Allah’a havale edeceğiz. Bunun Allah neresinde?  Bu bizim işimiz değil mi?. Bunun hesabı sorulmayacak mı?

Arabama binerken cevap verdim.

-          Haklısın Kızım bu bizim işimiz. Burada Allah’a düşen görev; ölenlerin taksiratını affetmek. Bizim işimiz ise bunun hesabını sormak olmalı.

Arabama binip şehre doğru giderken Başörtülü kardeşimin sözleri beynimde ötüyordu. “Bu işleri daha ne kadar Allah’a bırakacağız. Biz ne zaman sahiplenecek ve hesap soracağız.

Şehir tam bir ölüm sessizliği içinde idi. Şehre girerken geçtiğimiz polis kontrolü bana çok ciddi bir korku iktidarı görüntüsü veriyordu. Anayasal hakkım olan seyahat etme özgürlüğüm çerçevesinde, tamamen insani kaygılar duygusu altında, kendi ülkemde yaşanmış bir felakete karşı duyduğum hüznü yaşamaya geldiğim kasabada, güvenlik kontrolünden geçiyordum.

                Ne olacaktı? Görüntüm, arabada tek olmam, yaşım, bilemiyorum bunların hangisi orada görevli olan poliste olumlu bir imaj yarattı da benden kimlik sormadan geçmeme izin verdi. Oysa orada durdurulmuş, kontrol edilen Manisa Plakalı olmayan başka araçlar vardı.

                Şehir bir matem şehriydi. Tüm reklam panoları, tüm binalar başsağlığı mesajları ile donatılarak yasını yaşıyordu.  Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kafeler ve lokantalar boş denecek kadar insansızdı.

                Birilerini bulmalıydım. Konuşmalıydım.  Parti binalarını aradım. Belki oralarda konuşacak birini bulurum diye. CHP ilçe binasına gittim.  Hummalı bir çalışma içindelerdi. Siyasetlerinden soyunmuşlardı. İzmir’den ve Manisa’nın diğer ilçelerinden birçok kişi gelmişti. Önce odadaki gençler ile konuşma istedim. Kabristandaki gençlerin anlattıklarından bahsettim. Hatta o konuşmaktan kaçan genci de söyledim. İşte o zaman anladım ki o gençler birinci grubu temsil ediyorlardı ve kendi gelecekleri ile şirket arasında ciddi bir ekonomik ilişki içine girmişlerdi. Paranın alım gücünün yarattığı korku orada da resmini göstermişti.

                Şirket kaybı olanlara 150.000 tl ye ulaşan bir tazminat ödeyerek onlarla helalleşmek istiyor ve diğerlerine de yani kaybı olmadığı halde halen şirket içinde çalışmakta olanlara 100.000 tl ye varan teklifler yaparak şirket için olumlu propaganda yapmaları sağlanıyordu. Tabi bu bir iddia idi ama Kabristandaki konuştuklarımın tavırları sanki bu iddiayı doğrular gibiydi. Birden tekrar Kabristandaki fotoğrafı aklımda canlanırdım. Biz konuşurken ara ara yanımıza yaklaşan, konuşmalarımızı dinleyenleri şimdi fark etmiştim.

                Yani işçiler ile sohbet sırasında sorduğum birçok sorum, burada cevap bulamıyordu. Burada da Madende çalışanlar vardı. Ama bunlar niçin verecek cevap bulamıyordu? İşte bu beni bir ikinci grup insan topluluğunun olduğu düşüncesine itti. Kabristanın kapısının önündeki başörtülü Kardeşim ve buradaki gençler.  Çok farklı bakıyordu gözleri. Dilleri susmuş, gözleri donmuş idi.  Kalpleri hesap, hesap diye atıyordu bu insanların.

                Gözümün önünde mezarlara bırakılmış bir mektup ve bir resim canlandı.  İkisi de imzasız;

UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ 72 MİLYON OLARAK HESAP SORACAĞIZ.

Resmi yapan belli ki bir ilkokul öğrencisi, madenin giriş kapısını çizmiş. Neden o mezarı seçmiş onu bilemiyorum ama dikkatli baktığınızda bu resim koca sayfanın en alt kısmına çizilmiş. Sayfanın üstü boş.  Yazmak istemiş kelimeler bulamamış. Ağlamak istemiş, akan damlaların izi kâğıdın üst boşluğunda kalmış. Kuru kalan kısma da bir maden çıkışı çizmiş. Çıkanları yürüyerek çıkarken çizmiş. Umudunu dile getirmiş anlaşılan. Beklediğinin yürüyerek çıkmasını istediğini anlatmış çocuk aklı ile.

                Yazımın başında da bahsettiğim gibi üç grupta değerlendirmek mümkün artık buradaki halkı

İlk Grup; kaderci bir davranış içinde yaşadıklarını ve acılarını ekonomik menfaatler doğrultusunda kabul eden ve bunun içinde inanç ve Allah zırhına bürünen grup.

İkinci Grup; şimdilik susmayı ancak konuşacağı günü bekleyerek acısını yaşamaya çalışan bir grup. Belli ki söyleyecek şeyleri çok

Üçüncü Grup: Bu olaylardan nasıl siyasi rant çıkartırım diyerek ortalıkta dolaşarak hiçbir şey yapmadan çok şey yapıyormuş havası yaratarak, “ORADAYDIM” demek için anı fotoğrafı çeken grup

Bunları yazarken birden farkına vardım ki bir grup insan daha var. Onlar Soma’da değil tüm Türkiye’deler.  Kimisi kendini tutamamış Soma’ya gelmiş, kimisi bulunduğu yerden hicranını ve tepkisini dile getirmeye çalışıyor. İşte onlar;

Dördüncü ve son grup : Sessiz kahramanlar. Acıları paylaşan. Acısı olanlara ağlayacak omuz olan, ısıtacak, saracak kucak olmaya çalışan grup. Her zaman her yerde var olmaya çalışan icraatları ile konuşan ve üçüncü grup tarafından en az takdir edilip en çok sömürülen grup.  Onlar sadece kaderci olmayanlar. Onlar, bir yandan acılara ortak olup bir yandan da hesap sormaya çalışanlar. Sorgulayanlar. Onurları ile başkaldıranlar. Ve onlar iyi ki varlar.

Ve Devlet:

Devlet de buradaydı tabi ki yukarda bahsettiğim gibi. Bibergazı silahları ile donatılmış çevik kuvvetler belli ki çevre illerden buraya getirilmişti. Neredeyse SOMA nüfusu kadardılar. Görevleri kimine göre çapulcu, kimine göre marjinal, kimine göre Faiz lobisi olan bizim dördüncü grup dediğimiz insanlara karşı memleketi korumaktı!!!!!

Şehirden ayrılmadan önce madene gitmek istedim. Kapandığını ve giremeyeceğimi söylediler.

Saat akşam sekiz buçuk olmak üzereydi Şehrin ortasında maden işçilerinin sembolü olan heykelin fotoğrafını çektim. Arabama doğru yürümeye başladım. Arabama bindiğimde yeni bir anons başladı.

                KASABAMIZDA YAŞANAN ACI KAZA SONUCUNDA HAYATINI KAYBEDEN …….., İN CENAZESİ KALDIRILMAK ÜZERE KABRİSTANA GÖNDERİLECEKTİR. HALKIMIZA DUYURULUR.

Kardeşleri……..

Ve koşuşmalar!!!!!!

 

Numan Aydınoğlu

Fotoğraflar için

http://www.numanaydinoglu.com/?Syf=4&pt=Fotoğraf  Dünyası
 

yada  www.numanaydinoglu.com  adresinden albümler bölümüne gidebilirsiniz

 

  
2509 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
AlışSatış
Dolar32.439832.5698
Euro34.502534.6407
Hava Durumu
YAYIMLANAN KİTAPLARIM
HAYATIN GÜLDÜREN YÜZÜ

HAYATIN GÜLDÜREN YÜZÜ,
SADIK ŞENDİL.
RENCİDE GÖLGELER SOKAĞI
NAİL'İ BIRAKAMAM
İdil 2
SAYILMAYANLAR
Sayılmayanlar, raflarda yerini aldı.




Okuyucu Yorumları
ŞAM'DA BİR MARDİNLİ