HER EVİN BİR ÖYKÜSÜ VAR

 
Çocukluğumda bizim mahalle
Kanal Boyu. Sağ köşedeki mavi ev.
Pencereden gördüklerimize tanık
oluruz. Ya görmediklerimiz?
Fotoğraflar için buraya tıklayınız
Bu bir Malatya- Tahtalı Minare
Barutçu / Aydınoğlu hikayesidir. 

HAYDARPAŞA GARI
BU YIL BEŞİNCİSİNİ
DÜZENLİYORUZ. 
13 KASIM 2023 PAZARTESİ
SAAT 12:00 -14:00 ARASI

Bir ‎5 kişi ve ‎şunu diyen bir yazı '‎V. HAYDAR PAŞA GARI Okuma Etkinliği هااله Haydarpaşa Garı İskelesi 13.11.2023 12:00-14:00 numanaydinoglu.com haydarpasagari13kasim numanaydinoglu@gmail.com Okusalardı yapmazlardı... Aydınoglu‎'‎‎ görseli olabilir

13 Kasım 2023 Pazartesi gününü takviminize yazdınız mı?
Her şey o gün başladı aslında. 13 Kasım 1918. Mustafa Kemal Atatürk Haydarpaşa garına ulaşmış, oradan kendisini almaya gelen Kartal İstimbotu'na binmek üzere merdivenlere yönelmişti ki,  yaveri Cevat Abbas yanına gelip bir süre beklemeleri gerektiğini söyledi. Mustafa Kemal tahmin ettiği şeylerin gerçekleşmiş olduğunu anladı. Başını kaldırıp Marmara'dan Boğazın girişine baktı. Üç yıl önce Çanakkale boğazında mağlup edip evlerine gönderdiği İngiliz ve Yunan orduları İstanbul'u işgal etmek üzere nispet yaparcasına boğaza giriş yapıyorlardı. Korkulan olmuştu.
Bekleme süresi dolmuş, İşgal kuvvetleri Haliç girişinden Dolmabahçe önlerine kadar giderek yerlerini almış, Saraya tehditler savuracak şekilde demir atmişlardı.
Mustafa Kemal kararını vermişti. Cevat Abbas'a işaret ederek Kartal İstimboltuna bindiler. Cevat Abbas çok üzgündü. Paşa ise kararlı.  İstimbot boğazın sularını yarıp işgal donanmalarının arasından geçerken yaverine şöyle dedi.
"TASALANMA ÇOCUK, GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER"
VE DEDİĞİNİ YAPTI. 
KASIM AYI CUMHURİYET TARİHİ İÇİN ÇOK ÖNEMLİ OLAYLARA EVSAHİPLİĞİ YAPTI.
29 Ekim'de Cumhuriyet ilan edildi.  Bağımsız bir devlet olmanın temeli atılarak ümmetlikten vatandaşlığa geçildi. 1 Kasım tarihinde önce Saltanat kaldırıldı altı yıl sonra da harf devrimi yapıldı.
Biz her yıl 13 Kasım'da Haydarpaşa garı önünde 12:00- 14:00 arasında kitap okuyarak Cumhuriyetimize damga vuran bu özel yere saygı sunmak istiyoruz ve diyoruz ki OKUSALARADI YAPMAZLARDI.
Daha fazla bilgi için lütfen sitenin konuyla ilgili bölümünü ziyaret ediniz.
Numan Aydınoğlu

ETKİNLİK FOTOĞRAFLARI İÇİN
RESME TIKLAYINIZ.
HER YIL 13 KASIM'DA 
SAAT 12:00 DA BEKLİYORUZ.
OKUSALARDI YAPMAZLARDI.
Özel ve Güzel

GÜNÜN MESAJI

 En Anlamlı Söz

Karıncaya sormuşlar :
''Nereye gidiyorsun?''
''dostuma'' demiş.
''Bu bacaklarla zor'' demişler.
Karınca : ''olsun, varamasam da yolunda ölürüm'' demiş... 

AYDINOĞLU SOYAĞACI

 Aile Soyağacımız


Hayatın Güldüren Yüzü
Sadık Şendil

Barutçu Konağı - Haremlik

Barutçu Konağı / Tahtalı Minare

Bir Profesörün doğumu

 

Daha ilk okul yıllarında idim o eve, daha doğrusu o evin bahçesine ilk gittiğim zaman. O dönemlerde beş kardeşin üçü Malatya’da yaşıyordu. En küçük kardeş yani küçük dayım Prof. Asım Orhan Barut Amerika’da, en küçük kız kardeş ezem Güzide Müftügil İstanbul’da yaşıyordu. Biz, yani Annem Nadire, Büyük ezem Sıdıka yani Annemin ablası ve Dayım (Rıfat Barutçugil). Maalesef Büyük Dayım, yani annemin o Ankara’dan gelen abisi, Sadık dayım bütün aileyi kedere boğan amasız bir hastalık sonrası genç yaşta hayata gözlerini yummuştu. Evin bahçesine gitmek için İstasyon caddesi boyunca yürüdüğümüzü ve cezaevini geçer geçmez dar bir sokağa saparak biraz daha yürüyerek vardığımızı hatırlıyorum. Bahçenin sokağa bakan kısmı da, yanındaki diğer bahçelerle olan sınırı da çalılar ile örülmüş idi. Çalılar ve sokağın arasında ise bahçe sulama harık (kanal) vardı (o dönemlerde Malatya’da bir bahçe sulama geleneği vardı. 15 günde bir sabah erkenden Saka’ya gidilir ve su sırası alınırdı.  Sonra da bu yol kenarlarındaki harıklardan gelen su bahçelere sevk edilerek sulama yapılırdı).  Biz bahçeden içeriye o dar sokağa (Barutçu sokağı) bakan tahta kapısından girerdik. Çok büyük bir bahçe idi.  Her tarafta kayısı ağaçları vardı. İki tane de dut ağacı olduğunu daha sonraki gidişlerimde öğreneceğim bir bahçe idi. Çocuk gözümle bana uçsuz bucaksız gelen o bahçenin yıllar geçtikçe o kadar da büyük olmadığının farkına varacaktım. Bahçenin üst tarafında bir kapı daha vardı. Bahçe tarafından açılmayan. Ailece, o günlerin tabiri ile kıra gitmiştik. Bunu zaman zaman yapardık. Çocukluğumuzun en güzel eğlencelerinden biriydi kıra gitmek. Kuzenlerimle beraber on kişiden fazla oluyorduk. Başımızda ezemin en büyük oğlu Nihat Abi olurdu eğer Malatya’da ise. Nihat Abinin olmadığı zamanlarda ise Sadık abi bayrağı devralırdı.  Nihat Abi çok özel biriydi bizim için. İstanbul’da okuyordu. Hatta İngiltere’ye bile gitmişliği vardı. Tam bir spor tutkunu idi. Sürekli oyunlar oynatır yarışmalar düzenlerdi bizlerle o bahçede. Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. Başımızda Nihat Abinin (Prof. Dr. Nihat Kınıkoğlu) olması muhtemelen aile büyüklerimizi de rahatlatıyordu ki, bize hiç müdahale etmiyorlardı. Bizler ya ağaca tırmanma yarışı yapıyordu ya ağaç dallarından yaptığımız küçük mızraklarla cirit atma yarışı ya da yine kendi yaptığımız derme çatma yaylarla ok atışı yapıyorduk. Bir de en çok “yedi tuğla” oynamayı severdik. “Mendil kapmaca”, “Al satarım bal satarım”, “Ortada kuyu var yandan geç”, “sülü deynek” daha oynamaya doymadan akşam oluverirdi hemen. Nihat Abim Malatya’ya geldiği tatil dönemlerinde yine bizi toplar anne babalarımız olmadan da bizleri bu bahçeye götürür oyunlar oynatırdı. Sevgili İsmet Abimin bu oyunlarda ayrı bir yeri ve öyküsü olduğunu söylemeden geçemeyeceğim (Prof. Dr. İsmet Barutçugil)

Yukarda da bahsettiğim gibi bahçenin yukarısında hemen arkasına saklanan eve geçişi sağlayacak bir kapı vardı. Sebebini hala bilmem ama o kapı bize yasaktı. Çocuk aklımızla hep gizemini korumuş içimizde de merak uyandırmıştı. Belki de söylediler ama ben çocuk aklımla o kapının arkasındaki evin o zamanlar kime ait olduğunu bilemedim bir müddet. 

Evin giriş kapısı, bizim bahçeye girmek için kullandığımız tahta kapının birkaç metre ilerisinde iki kanatlı, kanatlardan birinin arkadan demir sürgülerle kapalı tutuluyordu.  Kapıyı karşınıza aldığınızda sağ tarafta kalan kanat ise evin günlük kullanıma ayrılmıştı. Her iki kapının üzerine, başı yaklaşık üç ya da dört santim çaplı demir ya da döküm çiviler sıra sıra çakılmıştı. Bu çivilerden bir tanesinin üzerinde ise kocaman bir tokmak vardı. Ev bahçeye gitmek için kullandığımız o dar sokağın sol tarafında ve sokağın son evi idi.

           Anamla gittiğimiz bir gün kapıyı çaldığımızda kim olduğunu bilemediğim ama onun beni çok iyi tanıdığını anladığım bir gen kadın açtı. Anamın amisinin (amcasının) kızıymış. O duvarın sakladığı evin anamın, ezelerimin ve dayılarımın doğup büyüdüğü ev olduğunu o gün öğrenmiştim. Bütün aile orada dedemle birlikte oturuyormuş.

           Açılan kapıdan içeri girdiğimizde evin iç bahçesine girmiş olduk. İç bahçede biraz yürüdükten sonra, sürekli aklımı kurcalayan ve bahçeden bu eve açılan kapıyı bulmak için başımı sağa çevirdiğimde arkasındaki demir sürgüle kapatılmış kapıyı gördüm. Artık sır perdemin ilki ortadan kalkmış, kapının arkasına geçmiştim. Şimdi yeni bir keşif başlıyordu benim çocuk merakımı ortadan kaldıracak. Çocuktum, ufacıktım aklımın yettiği kadarıyla kendimce sorular soruyordum. Sessizce beni sıkıştıran  sorular için cevapları yine etraftaki eşyalardan ve insanların davranışlarında bulmaya çalışıyordum. İç bahçeden sağa döndüğümde Bahçeye L şeklinde yerleştirilmiş, benim sağımda kalan kısmı tek, karşımda kalan kısım ise iki katlı olan bir ev ile karşılaştım. Tek katlı evin önünde geniş bir eyvan vardı. Yine iç bahçede evin karşı köşesinde ise tandır örtmesi gibi bir yer hatırlıyorum. Evin iki katlı kanadı ile tandır örtmesi arasındaki kapı dikkatimi çekti. Bu da bir başka kilitli kapı idi ve yine arkasında bir şeyler saklıyordu benim için. Merak içimi kemirmeye başladı, ama bu merakımı gidermek için daha birkaç yıl geçmesi gerekeceğini henüz bilmiyordum (kapı aynı evin bir de hamam tarafından girişi olan bir başka bölümüne açılıyordu)  O günkü merakımı evdeki diğer kapılara ve o kapıların arkasında saklanan yaşamlarla gidermekle yetinmeye karar verdim.

           Eyvanın hemen bitişinde “L” harfinin tam iç köşesine denk gelen yerde tıpkı evin dış kapısı gibi kocaman iki kanatlı bir başka kapıdan içeri girdik. Mevsim yaz olduğu için kapının iki kanadı da açıktı. Kapıdan içeri girdiğimizde zemini taş olan bir avluya geldik. Taşların yarattığı serinliğin dışardaki boğucu sıcaklıktan sonra  içimi nasıl ferahladığını bugün bile hatırlarım. Avlunun tam karışında iki tarafına minderler yerleştirilmiş, yerden yükseltilerek avludan ayrılmış bir sofa vardı. Sofanın hemen solunda ise mutfak vardı. Yerdeki kazanlar ve duvarlara asılı kap-gacaklardan oranın mutfak olduğunu anlamıştım. Sofanın önünde ise perde gerilerek içerdekilerin görünmesini engelleyecek üç parçalı tahta perdelik vardı. Muhtemelen bir zamanlar iki kenarı sürekli kapalı idi. Ortada kalan kısımda ise açılabilir bir perde kapı gibi kullanılarak sofaya girişler sağlanıyordu. Çünkü bulunduğumuz yer evin haremlik kısmı idi. O gün perdeler toplanmıştı. Kim bilir belki de Cumhuriyet’ten beri artık kullanılmıyordu. Anam tam da orada yüzünü sofaya çevirmiş içerisini inceliyordu. Sanki duvarların her karesinde geçmişten bir iz arıyordu. Sofaya bakarken gözlerinin buğuladığını gördüm. Anılarında bir yoluculuğa çıktığı her halinden belliydi.  Derin bir nefes aldı. Sanki gerilerde bıraktığı o çocukluğunun saf havası ile yeniden doldurmak istiyordu ciğerlerini. Göğsü kabardı. Çocukluk günleri bir sinema şeridi gibi önünden geçiyordu sanki. Konuşmaya başladı: “Ben yedi yaşlarındaydım. O yıl okula başlamıştım. Anam gebeydi. Benle çok ilgilenemedi. Okula iki ay geç gittim. Beni okula kabul etmediler ama abim o zaman Ankara’da Hukuk okuyordu. Ankara’dan gelip duruma müdahale etti ve beni okula kabul ettiler. İlk dönem zorlandım ama sonradan okula alıştım. İki yıl sonra da Harf İnkılabı oldu. Sınıfta en çabuk ben söktüm yeni harflerle okuma yazmayı. Sonra da öğretmenlere ve diğer sınıflara anlatmam için beni görevlendirdiler.” Bir an asıl söylemek istediği konudan uzaklaşmış gibi eliyle yüzüne şöyle bir hava verdi ve sofanın bize göre sol tarafını işaret ederek anlatmaya başladı: “Anam gebeydi ve biz de karnelerimizi almış tatile girmiştik. Ben bahçede idim ablam (Sıdıka) içerde anamla beraberdi. Birden koşuşturmamalar başladı. evdeki kadınlar oradan oraya koşmaya başladılar. Her kes ne yapacağını çok iyi biliyor gibiydi. Provası defalarca yapılmış bir oyunu sahneye koyan tecrübeli tiyatro oyucuları gibiydiler. Bahçede sürekli yanan ocaktaki sıcak suyu bir leğene doldurmaya başladılar. Koşarak içeri girdiğimde anam, işte bu sofada hemen şuradaki yerde ağrılar içerisinde kıvranıyordu. Anlamıştım yeni kardeşim geliyordu. Çok uzun sürmedi anamın çığlıları. Bağırışlar arasında duydum yeni kardeşimin ağlayışını, dünyaya geliş mesajı verişini.” Yıllar sonra fizik dünyasına adını altın harflerle yazdıracak, Prof. Asım Orhan Barut böyle doğmuştu. Anamın dediğine göre okullar kapanalı bir ay olmuştu dayım doğduğunda, Dayımın KTÜ’nin kendi adına çıkardığı kitap için yazdığı mektupta Anneannemin kendisine “tomuzun ortasında” doğduğunu söylediğini yazmış. Anamın amisinin oğlu Tevfik Abi (Tevfik Barut) dayımın 1927 yılında doğduğunu anlatırdı hep. Daha sonra dayım yine aynı mektupta bütün bu belirsizlikler içerisinde doğum tarihini kayda geçirirken 24 Haziran 1926 yazmışlar. Adını dünya fizik tarihine altın harflerle yazdırmış bir bilim insanının doğum öyküsü işte bu evde böyle yaşanmıştı.  Dayımın doğduğu sofa, aynı zamanda eve gelen kadın misafirlerin ağırlandığı, evden gelin gidecek kızların çeyizlerinin sergilendiği bir mekân olarak da kullanılıyormuş haremlik ve selamlıkların olduğu dönemlerde.

           Yıllar sonra bu hikayeyi ben Asım Dayımın oğlu Turan’a aynı sofanın önünde anlattım. Turan, Asım dayımdan önce terk etti dünyayı. O şimdi Alaska’da Logan dağının tepesinde kaldığı çığın altında uyuyor. Her ikisi de nur içinde yatsın

 

Devam edecek..

          

 

AlışSatış
Dolar32.142532.2713
Euro34.804134.9436
Hava Durumu
YAYIMLANAN KİTAPLARIM
HAYATIN GÜLDÜREN YÜZÜ

HAYATIN GÜLDÜREN YÜZÜ,
SADIK ŞENDİL.
RENCİDE GÖLGELER SOKAĞI
NAİL'İ BIRAKAMAM
İdil 2
SAYILMAYANLAR
Sayılmayanlar, raflarda yerini aldı.




Okuyucu Yorumları
ŞAM'DA BİR MARDİNLİ