Aydınoğlu öyküleri No 2.
Tahtalı Minare öyküleri sıra No: 6
Prisojnica’dan (Makedonya) Malatya’ya
Yer Suriye toprakları İskender daha çocuk, düşe kalka yürümeyi öğrenmeye çalışıyor. Annesi Meryem’in kucağında ise yeni bebesi Mustafa Şemsettin var. Ortalık kan revan içerisinde Osmanlı sürekli mağlubiyetler yaşıyor ve yüzyıllardır elinde bulundurduğu toprakları kaybediyordu. O süreçte Gönüllere su serpen iki zafer yaşanmıştı. 1915 Çanakkale’de destan yazan Osmanlı ordusu; “Çanakkale Geçilmez” mottosunu yaratmış ve İngilizleri büyük bir bozguna uğratmış olmasına rağmen bu galibiyet İtilaf devletleri ülkeyi paylaşmaktan geri durmamışlardı. Çanakkale zaferinin kumandanı Mustafa Kemal Atatürk, sanki tek başına bir özgürlük sancağı taşımaya devam ediyordu. Çanakkale’den sonra Doğu Cephesine gelmiş Rusların 3 Mart 1916 tarihinde işgal ettiği Muş, Van ve Hakkâri illerini geri alma mücadelesine bağlamıştı. Rusların bu işgali sadece dört ay sürmüş ve Aynı yılın ağustos ayında Geldikleri gibi gitmişlerdi. İngilizler ise Suriye ve Fransızlar ile Suriye ve Şam bölgesinde yürüttükleri kışkırtma faaliyetlerini sürdürerek Osmanlıyı yok etme emellerine devam ediyorlardı. Mustafa Kemal’in Çanakkale’de başlayan ve doğuda bir güneş gibi parlayan umut ışığı Sarayı ele geçirmiş bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Onu İstanbul’a çağırdılar.
İşte böyle bir ortamda Necmettin karısı Meryem ve henüz yürümeye başlayan oğlu İskender ve karsının kucağındaki oğlu Mustafa Şemsettin’i de alıp Anadolu’ya geçmeye karar verdiler. Osmanlı bu topraklardan umudunu kesmiş kendi derdine düşmüştü. Saraya yakın bölge görevlileri için nakil araçları tedarik edilmiş olsa da son derece kısıtlı idi. Bu imkâna ulaşanlar kendilerini şanslı görüyorlardı. Necmettin, iki tane katır edinebildi ancak. Karısı ve kucaktaki bebesini bir katıra bindirdi, diğer katıra ise kendisi ve İskender bindiler. Önlerinde aşılması gereken uzun bir çöl, yenilmesi gereken bir açlık, mücadele edilmesi gereken işgal kuvvetleri, atlatılması gereken işbirlikçi çeteler vardı. Bu topraklarda dört yıl süren yaşamları artık sona eriyordu.
Kucağında ilk evladı İskender, önündeki katırda ise karısı ve kucağındaki yeni bebesi M. Şemsettin ile yola çıktılar. İskender umutla babasının gözlerine bakarken yıllar sonra karısı Nadire’nin de karnı burnunda üçüncü çocuğuna hamile iken bindiği katırın sağ heybesinde bir kızı, sol heybesinde diğer kızı ile Sason’a gideceğinin farkında bile değildi. Baba oğul birbirlerinin gözlerinde kayboldular. Aydınoğlu Necmettin, oğlunun gözlerine bakarken kendini Makedonya’da, köyünde buldu bir an. Yirmi yıldan fazla olmuştu köyünden ayrılalı. Bu süre içerisinde bir defa, o da Hukuk Fakültesinde öğrenci iken gitmiş kardeşi Bahtiyar’ı da alıp gelmişti. Son zamanlarda ondan da haber alamıyordu ama o, en azından Osmanlı topraklarında ve güvende idi. Anasını düşündü Bahtiyar ile köyü ana yola bağlayan yokuştan aşağı inerlerken anasının kenar taşına oturup; “daha senin hasretine alışamadım, bir de Bahtiyar’ımı ekliyorsun buna. Yüreğimi yakıyorsun” diye ağladığını hatırladı. Yıllardır içinde biriken özlem, hasret ve acıdan oluşan göz yaşlarına hâkim olamadı. İlk damla babasına merakla bakam İskender’in yanağına düştü. Kendi doğduğu topraklar gibi, oğlunun da doğduğu topraklar artık Osmanlıya ait değildi. Hezimetle biten savaşlardan sonra yaşanan birinci ve ikinci balkan savaşları arasında kalan Müslüman Türkler bir anda azınlığa düşmüş ve her ortamda çifte düşman saldırısı ile karşı karşıya kalmışlardı. Bulgaristan, Yunanistan’a saldırırken karşısına çıkan Türk köylerini yakmış, Yunanistan, Bulgaristan’dan topraklarını geri almak için saldırdığında yine arada Türk köylerini yakıp yıkmış ve toplu katliamlar yapmışlardı. Güneyde Selanik, Kavala, Dedeağaç, Gümülcine, Kuzeyde, Sofya, Filibe, Kırcaali, Varna, Manastır, Ohri, Debre ve tabi ki, Prisojnica. Tam bir ateş çemberi içinde idi insanlar. Balkanlarda yaşayanlar kağnılarla, yürüyerek yağmur çamur demeden İstanbul’a ve Anadolu’ya kaçıyorlardı. Tıpkı şimdi Necmettin ve ailesinin Suriye’den kaçtıkları gibi.
Anası, babası hayatta mıydı acaba, ya ağabeyi Leman, diğer kardeşleri. Yaşanan bu dramın neresindelerdi acaba. Darmadağın olmuştu aile. Anasını düşündü yeniden, İskender’e sarıldı. Anasının “hasret” diye ağlarken ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordu. İkinci damla düştü gözünden. İskender bu defa sessizliğini bozdu. Ağlayarak elini babasının yanaklarına götürdü.
Oğlu İskender’i susturmak için kaldıran Necmettin, yol kenarında bekleyen elleri silahlı grubu gördü. Karısına baktı o da görmüştü. Birbirlerine bakarak gözleri ile konuşup anlaştılar. Bu karşılaşmaları daha önce de yaşamışlardı. Arapçayı çok iyi öğrenmiş olmaları işlerini biraz kolaylaştırdı. Köylerine giden bir aile görüntüsü ile bu tür kontrollerden geçmeyi öğrenmişlerdi. Haftalar süren bir mücadele sonunda Ayıntap’a ulaştılar. Kısa bir süre burada yokluk ve sefalet içerisinde kaldıktan sonra Necmettin Rusya’nın işgalinden Mustafa Kemal’in kurtardığı Bitlis’e hâkim olarak atandı. Yolculuk yeniden başladı ama bu defa kendi ülkelerinde idiler. Savaş bitmiş miydi? Hayır. Mustafa Kemal özgürlük bayrağını açmış ve Kurtuluş savaşını başlatmıştı.
Kurtuluş savaşı kazanılmış ve Cumhuriyet kurulmuştu. Artık Aydınoğlu B. Necmettin yeni cumhuriyetin bir hâkimi olarak Bitlis’te görev yapıyordu. Peki çile bitmiş miydi? Tabii ki hayır.
1925 yılına gelindiğinde Aydınoğlu Necmettin’in kucağında en küçük oğlu vardı. Adını Mazhar Müfit koydular. O yıl doğan amcam Mazhar Müfit yıllar sonra benim bu araştırmalarımda rehberim olacaktı. Doğuda Şeyh Sait isyanları baş göstermiş, yeninden kan akmaya başlamış ve yeniden can derdine düşülmüştü. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’ne kast edilmeye çalışılıyordu. Kurtuluş savaşını kaybeden İngiltere bu mağlubiyeti kabul edemeyerek, Damat Ferit’in de fikir babaları arasında bulunduğu Kürt isyanları fikrine sarılmışlardı. Henüz 2 yaşını doldurmamış Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir problemin içine girmişti. Bitlis’te İstiklal Mahkemeleri kurulmasına karar verildi ve isyancılar bu mahkemelerde yargılanmaya başlandılar. Bitlis İstiklal Mahkemesi Başkanı ise Atatürk’ün en yakın silah arkadaşlarından biri olan Kazım Dirik idi. Aydınoğlu Necmettin’e bu mahkemede görev verildi. Dedem Aydınoğlu Necmettin ile Kazım Dirik arasında bir anlaşmazlık çıkmış o günlerde. Gelin bu anıyı amcam Mazhar Müfit’ten dinleyelim: “Ben bunu babamdan dinledim ama tüm araştırmalarıma rağmen bir belge bulamadım. Babam dedi ki; bir gün duruşmaya 12 yaşında bir çocuk getirdiler. İsyana karışmış ve hakkında hüküm verilmesi gerekiyor. Babam o zaman, 12 yaşındaki bir çocuğun böyle bir şeylere katılacak kadar fikri baliğ olamaz deyip itiraz etmiş. Sonra da babamı Bitlis’ten bugün Bingöl iline bağlı Genç ilçesine sürgün etmişler”
Dedem Aydınoğlu Necmettin bu olay üzerine hakimlikten ayrılıp Malatya’ya gelmiş. Çocukların iyi bir eğitim almasını istiyor. Malatya bu konuda çok aşama kaydetmiş bir şehir. Harf devrimi gerçekleşmiş ve İskender yeni harflerle okuyan ilk öğrenci olarak okula başlamış. Annesi Meryem, oğlu İskender’i karşısına alıp onunla beraber her gün öğrendiklerini tekrar ederek yeni alfabeyi öğrenmiş. Sonra bütün mahalleye öğretmenlik yapacak kadar ileri götürmüş bu çalışmalarını.
1927 yılında yapılan Cumhuriyetin ilk Nüfus sayımı sonunda Malatya Nüfusuna kayıt olmuşlar ve 1934 yılında çıkan soyadı kanunu ile de dedemin Makedonya’dan getirdiği unvanını soyadı olarak almışlar. İskender Aydınoğlu nüfusa şöyle kaydedilmiş.
Adı: İskender Aydınoğlu,
Baba adı: Behçet Necmettin Aydınoğlu,
Anne Adı: Meryem Aydınoğlu.
Nüfusa kayıtlı olduğu il : Malatya.
Devam edecek……