Nâzım Hikmet, Mihriban ve Hasan Tahsin Bey
Hasan Tahsin Bey, cezaevindeki odasında günlük işleri ile uğraşırken kapısı çalınınca, kafasını kaldırdı, son yudumunu en son ne zaman aldığını unuttuğu, soğumaya yüz tutmuş çayından bir yudum daha aldı. Soğuk çayı da sevmezdi aslında. Yine işlere dalmış, yine unutmuştu. Elinde tuttuğu bardağı, aldığı yere koyarken seslendi; “gir”. Özel kalemi Mustafa, elinde bir telgraf kâğıdı ile odadan içeri girdi. Telgrafı, müdürüne uzatarak; “Gizlilik kaydı var müdür bey” diyerek de telgrafı müdürüne doğru verirken aynı zamanda açıp okumadığını anlatmaya çalışıyordu. Hasan Tahsin Bey, Mustafa’nın niyetini anladığını ifade etmek amacıyla güven dolu bir tebessümle telgrafı onun elinden aldı. Adalet Bakanlığından geliyordu. Aklı, bir anda yıllar önce Adalet Bakanlığında görev yaptığı sırada aldığı telgrafa gitti. Üniversitede, hukuk eğitimi alırken hayalleri arasında hiçbir zaman şu anda yapmakta olduğu görev yoktu. O iyi bir adalet temsilcisi olmak, henüz delikanlılık çağına bile girmemiş Cumhuriyetin temeline; hak, hukuk ve adaletin en doğru şekilde yerleşmesini sağlamak için çalışma fırsatının eline geçeceğine inanıyordu. O da biliyordu ve inanıyordu ki, “Adalet Mülkün Temelidir”. Atatürk, memleketi bu düşünce ile kendilerine emanet etmişti. Bu uğurda çalışma yapmak zorundaydı. Ancak, Bursa Cezaevine müdür olarak tayini çıktığını belirten telgrafı okuduğunda bir anda hayallerinin elinden alındığını düşünerek çok üzülmüştü. Bursa’ya tayin konusunda ise tek tesellisi, İznikli olan eşi Leziz hanımın ailesinin Bursa’da ikamet ediyor olmasıydı. Hasan Tahsin Beyin bu kısa sessizliğini izleyen Mustafa ilk defa müdürünün kendisine teşekkür etmediğini fark etti. Tam kapıdan çıkarken Hasan Tahsin bey arkasından “Teşekkürler Mustafa, daldım birden. Bugün bir dalgınlık var üstümde. Çayımı bir içmeyi unutmuşum” diyerek halen yarısına kadar dolu olan, soğuk çayını işaret etti. Mustafa mesajı almıştı. Yavaşça kapıdan çıktı ve masasına geçer geçmez çay ocağını arayarak Hasan Tahsin Beye sıcak ve demli bir çay getirmelerini söyledi. Hasan Tahsin Bey, yeni bir tayin emri olmasından çekindiği telgrafı açarak okumaya başladı. Hasan Tahsin Akıncı Bursa Cezaevi Müdürü. Aralık 1940
17 Ocak 1938 tarihinde, kominizim propagandası yapmak ve ordu mensupları arasında faaliyet göstermekten suçundan hüküm giymiş olduğu halde Çankırı Cezaevinde bulunan Nazım Hikmet Ran’ın Bursa Cezaevine nakline karar verilmiştir. Adı geçen şahsın cezaevine nakli için işlemler başlatılmıştır. Bilginize”
Hasan Tahsin Bey telgrafı bir kez daha okudu. Okuduklarının kendisine verdiği mutluluğu acaba kimse görüyor mu diye hızlıca odasını kontrol etti. Odada yalnız olduğundan emin olunca derin bir nefes aldı. Telgraf bir tayin emri olmadığı gibi, yıllardır şiirlerini gizli gizli okuduğu ve hayranı olduğu, cezaevlerinde haksız yere yattığına inandığı Nazım Hikmet’in Bursa’ya kendi yönettiği hapishaneye naklini bildiriyordu. Haber müjde gibi geldi Hasan Tahsin Beye. Gözlerini kapatıp koltuğuna yaslandı. Telgrafı masanın üzerine bırakırken yaşadığı buruk sevinci akşam karısı Leziz hanıma anlatmaya karar verdi. Bu ilk olacaktı. Evinde işi ile ilgili konuşmayı pek sevmezdi çünkü. 1940 yılının aralık ayında Hasan Tahsin Bey Adalet bakanlığının kendisine gönderdiği komünisti teslim almış ve odasına (koğuşuna) yerleştirilmesini sağlamıştı. İçi içine sığmıyordu. O, koca mavi gözlü dev ile aynı binadaydı. O dev binada onun yazdığı şiirler ise Hasan Tahsin’in yüreğinde ve dilinde idi. Akşam karısına Nazım Hikmet’i anlattı bütün yemek boyunca. Uyku ile uyanıklık arasında geçen gecenin ertesinde cezaevindeki odasına giden Hasan Tahsin Bey, ilk iş olarak yeni mahkûm Nazım Hikmet’i odasına çağırdı. Çaylar söylendi ve şiir üzerine keyifli bir sohbet yaşandı. Nazım, Hasan Tahsin Beye yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığı Kurtuluş Savaşı Destanı projesinden bahsetti (Nazım Hikmet’in bu çalışması 1941 yılında tamamlandı ve önce Kurtuluş Savaşı Destanı daha sonra da Kuvayı Milliye Destanı olarak kitaplaştı). Hasan Tahsin Bey bu haberi duyunca çok heyecanlandı ve “Bak Nazım Beycim eğer koğuşunda rahat çalışamazsan, olur ya sakin bir yerde çalışmaya ihtiyaç duyarsan yani ne zaman istersen gelip benim odamda da çalışabilirsin. Sen haber gönder ben seni aldırırım” diyerek hem projenin kendisini ne kadar mutlu ettiğini hem de Nazım’ın rahatı için her türlü desteği verebileceğini belirtti.
Böylece iyi bir dostluk başladı Müdür ile Mahkûm arasında. Nazım’ın Bursa’ya gelmesinin üzerinden henüz bir hafta bile geçmemişti ki, Mustafa, müdürünün kapısını çalıp içeri girdi; “Müdür Bey Celile Hikmet Hanım geldiler. Nazım Bey’in annesi olduğunu söylüyor.” Hasan Tahsin Bey heyecanla oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru yöneldiğinde Celile Hanım’da kapıda karşılanmayı bekler bir haldeydi. Hasan Tahsin Bey bir tablodan çıkmış kendisine mahcup gözlerle bakan bu güzel hanıma elini uzatırken “Buyurun efendim hoş geldiniz” diyerek kendisine içeri aldı. Mustafa’ya dönerek; “Nazım Beyi odama göndersinler” diyerek talimatını vermeyi de ihmal etmedi. Son derece samimi geçen sohbetin ardından Celile Hanım oğlu Nazım’ın bir resmini yapmak istediğini söylediğinde Hasan Tahsin Bey hiç düşünmeden bu konuda kendi ofisini kullanabileceklerini söyledi. Hasan Tahsin Bey o akşam eve gittiğinde gözlerinde hüzünlü bir mutluluk vardı. Gün boyunca anne oğul arasındaki sevginin yaşanmasına şahitlik etmiş. Yaşanan hak ve hukuk ihlallerine karşı kendince ürettiği çözümle bu mutlulukta az da olsa payı olduğunu düşünmüştü. O akşam evlerinde teyzesini ziyarete gelmiş henüz 13 yaşlarında olan Mihriban Tolunay da bu hikâyeyi dinlerken çok heyecanlanmıştı. Bütün gece eniştesinden Nazım Hikmet’i dinlemiş onun şiirlerinin ne kadar etkileyici olduğunu düşünmüştü. En çok da eniştesinin ezbere okuduğu Mavi Gözlü Dev şiirini sevmişti. Bütün gece yatağında şiirin aklında kalan mısralarını tekrar edip durdu. Ta ki derin bir uykuya dalana kadar.
O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebrulii hanımeli açan bir ev
Henüz çocuk denilecek yaşta olmasına rağmen Mihriban, böylesine sevgi dolu şiirleri yazan bir adamın neden hapis yattığını anlamamıştı. Dayanamayarak eniştesine sordu: “Enişte beni de çalıştığın yere götürüp Nazım Hikmet ile tanıştırır mısın?” Hasan Tahsin Bey hemen cevapladı yeğenini: “Tabi kızım. Annesi Nazım Hikmet’in bir tablosunu yapmaya başladı. Çalışmalarını benim odamda yapacaklar. Her hafta gelecek Bursa’ya. Haftaya hep beraber gideriz tanışırsınız.”
Ertesi hafta Nazım ile tanışma günü geldiğinde Mihriban ve annesi hazırlıklarını yaparak Nazım Hikmet ile tanışmak üzere cezaevine gittiler. Hasan Tahsin Bey kendilerini karşıladı. Odasına gittiklerinde Celile Hanımın da yeni geldiğini öğrendiler. Mihriban, hemen hiç de yabancısı olmadığı odadaki her zaman oturduğu, kenardaki sandalyeye oturarak Nazım Hikmet’in annesi olduğunu öğrendiği muhteşem güzellikteki kadını izlemeye başladı. Gerek kıyafetindeki sadelik ve uyum ve gerekse de başındaki şapka ile bir tablo gibi duruyordu. Mihriban içinden “Gerçek mi acaba?” diye düşünürken kapı açıldı, içeriye uzun boylu, gür saçlı, bakışları ile herkesi etkileyecek kadar içten bir ifade ile etrafı süzen lacivert eşofmanları içerisinde olmasına rağmen pek de sağlıklı görünmeyen genç bir adam girdi. Biraz önce Mihriban’ın gerçek mi acaba diye kendisine sorduğu o tablodan çıkmış kadının, heyecanla yerinden kalkıp bu genç adama sarılırken hıçkırıklar arasından çıkardığı “Nazım, Oğlum” sesini güç bela duyulabildi. Mihriban, anne oğul arasında bu acıklı kucaklaşmayı seyrederken neden olduğunu anlamadığı bir duygu seline kapıldı ve gözlerinden düşen damlalara engel olamıyordu. Nazım, bu küçük kızın ağlamasından etkilenmiş olacak ki, sarılmayı uzatmadan annesinden ayrıldı. Buluşma gerçekleşmişti ve Mihriban, o şiirdeki mavi gözlü dev ile tanışıyordu artık. O gün odada yaşananları dakikası dakikasına hafızasına yazmaya çalışıyordu.
Celile Hanım tuvalini hazırladı, sonra oğlunu odaya gelen ışıkları değerlendirerek en uygun yere oturttu. Tam cepheden mi yapmalı yoksa yandan bir profil resmi mi olmalı onun kararını vermeye çalışıyordu. Nazım’ın oturuşuna göre biraz sağına geçip baktı, sonra soluna, sonra da karşısına geçip baktı oğluna. Resim yapacaktı ama, oğluna bakmaya doyamıyordu hasret dolu yüreğinden gelen ana sevgisi yüzünden.
Mihriban, yaşananların aslında tarihi bir gün olduğunu o gün anlamış ve her dakikasını da hafızasına yazmıştı. Bugün, o odada olanların hiç birisi bedenleriyle bizimle değil ama, önce Mihriban ve daha sonra oğlu Lemi sayesinde biz o günü yeniden yaşıyor ve hepsini yeniden yaşatıyoruz.
Mihriban Hanım Sadık ve Lahur Şendil’in düğünü. Bursa Necati Bey Mihriban Hanım gelin (Lahut Şendil’in) Kız enstitüsünde izci hemen yanında
Anıları önünde saygıyla 30 Mart 2023 |
612 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |